30 Aralık 2016 Cuma

Üüüççç – İkiiiii- Biiirr ve Değişim Başlasın!


Tutturmuşlar bi yeni yılda değişin, değişin diye. Herhalde yeni yılda da yeni bir sen ayol! Tadilat, restorasyon, yenilenme artık adını ne koyarsan… Canım, budanmış kütük değil; insanız biz. Haliyle sürekli değişiyoruz, önemli olan hangi yöne, ne şekilde gittiğimiz değildir de nedir?

Yılbaşı demek, geçen yıla son bir selam çakıp gelene kucak açmakla birlikte bence bir de taze mevsim başlangıcı gibi yeni kişisel uygulamalar demek. Gazetede, dergide, sosyal medya kanallarında, mahalle bakkalında herkesin bir listesi var. Eksik kalmayı sevmem, işte ben de bir liste hazırladım anacım. Hem belki hoşunuza gider, uygulamaya karar verirsiniz…

Evet, her yerde okuduklarınız doğru, dolabınızda giymediğiniz ne var ne yoksa boşaltın. O kazağı artık giymeyeceğinizi, o şalı bir daha boynunuza sarmayacağınızı biliyorsunuz. Atıcı gözle bakınca daha neler neler çıkacak aslında değil mi? Ama önce işe farklı bir temizlikten başlamak lazım. Ne mi, durma, azcık cesur ol ve önce kafandaki eskileri at at at at at at at! İlk olarak bunu yapmayınca diğerinin şahsi kıymeti pek kalmıyor, anca içerde şişkinlik. Bir de ‘Ben aslında o kazağı bu sene de giyerdim yaaa’ pişmanlığı.

Yeni bir imaj mı!? Herhalde bebeyim, ne sandın! Saçın rengi değişecek, belki Rapunzel’likten vazgeçilecek, altı köşeli kaskete geçilecek, artık fular da kullanılabilir aslında falan filan… İster modaya uy, istersen uyma, marjinal takıl, olmadı hadi yeni bir akımla kendi modanı yarat. Sen bilirsin. Yalnız yenilik esnasında giymediklerini çıkartırken iyi durumda olanları çöpe atma. Ayır, ihtiyacı olanlara ver. Önce etrafını tara, bulamazsan bir yardım kuruluşuna götür, hiç değilse muhtarlığa bırak.

Spora başlayın tabi. Bakın bana çatır çutur adam dövüyor, fıtı fıtı yürüyorum düzenli düzenli. Nihayetinde hareket, berekettir. İşte yeni yılda bir hareket unsuru daha katın derim listenize. Mesela oldu ya dünya hali, hakkınızı yediler, mızıldanmak yerine düşün hakkınızın peşine ama edebinizle. Kalenize coşkuyla gelen santrafor’u sıkı bir savunmayla püskürtün. Onun derdi gol atmak. Topu out’a çıkarın. Çıkaramayabilirsiniz, n’olur n’olmaz kalecinizi çevik biri seçin, kalenizi her şekilde sağlam tutun. Ancak sakın ola forvet yardır yardır üstünüze gelirken ‘Ah ayağım, of anam belim’ deyip de penaltı alırım ümidiyle kendinizi yalandan yeşil sahaya sermeyin. Hakem yemiyor, kırmızı kartınızı alıp kendi sahanızda oyun dışı kalırsınız haberiniz olsun.

Yediğinize, içtiğinize dikkat edin. Bedenimiz aslında bize neyi, ne kadar yememiz gerektiğini hep söylüyor ama bizde müzik -genellikle- son ses olduğundan iyi duymuyoruz. Artık şarkı geçişlerindeki sessizlik anında kulağa ne gelirse o... Daha hafif hissetmek için benim farklı bir önerim var. Bakın hak yemezsek zaten daha hafif oluruz anacım, hem aldığımız ah’lar göğüs kafesimizde gaz yapmaz. Tatlı niyetine de affedip önümüze bakalım diyorum ben.

Elbette kilerinizi, buzdolabınızı da temizleyin; kokuşmayın. Tarihi geçmiş, bozulmuş, olmadı bozulmaya yüz tutmuş ürünleri sallayın çöp kovasına ama her gün yemeğinizin bir parçasını da başka bir canlıyla paylaşmayı da unutmayın. Apartmanın önündeki kediye dostluk maması alın marketten, olmadı evden süt indirin. Bir kap su koyun ama su kabına sigara izmariti atan ‘bağzı hayvanlar’ olursa onları uyarın ya da direkt ikram edin kendileri içsinler. Tamam ya, hiç değilse pencere pervazına biraz bulgur döküp kuşları besleyin. Onu da yaparsınız artık…

İşte gerisi nasip kısmet, seneye daha bi kuvvetlenmek niyetiyle.


NOT: Muhtemelen ben de yılın muhtelif aylarında dönüp bakacağım şu listeye bir kez daha. Olsun, dursun burda bu, kimse okumazsa ben okurum. J 

27 Aralık 2016 Salı

Öyle ya da Böyle Gidiyor 2016


Öncelikle 2015 hakkını yemişim, helal et şekerim. Keza senden önce gelenlerde de son düzlüğe girdiğimizde ‘Bit artık, lütfen, lütfen!’ diye tırnağı kırılmış cici kız misali serzenişlerde bulunduğum oldu, onlarla da helallik hesabını kapatalım diyorum. Mahallelinin gazına geldim, her şeyin suçlusu sizmişsiniz gibi size yüklendim. Ay n’olur affedin… 2016 sana gelecek olursak, maevrence neler yaşadığımız malum; bi girersem çıkışı bulamam ama ben boyumun ölçüsünü aldım. Artık enikonu sövmüyorum valla, çünkü senden sonrası tam bir sürpriz yumurta!

Evet, başlıyorum.
Kendime dair olanı biteni not düşüyorum ben, siz üstünüze alınmayın.☺

2016’cım çok komikli bir yıl olmadığını sen de ben de biliyoruz, birbirimizden hiç saklamayalım. Getirdiğine götürdüğüne dair kıyaslamalı bir hesap çıkaracak olursak adisyonun altında hesap açık çıkacak. Öğreticiliğin baya yerindeydi, aklıma kazınanlar da oldu, ısrarla selektör çakmana rağmen henüz jetonun düşmediği mevzular da var, farkındayım. Olsun, yine de iyi ayrılalım istiyorum.

Çok şükür bu yıl da politik olmadım. Valla hiç yakışmıyor tipime, bildiğin dinozor kostümü! İçimdeki mahalle abisi ‘dürüst ol canımı ye’ kalıbını kendine tabela eylemiş bir kişilik. Kimisi, azıcık politik ol kızım, bu kadar doğrucu olmak seni bir yere götürmez dese de benim doğru bildiklerimin arkasından ayrılmak gibi bir niyetim yok. Hatalarım olmadı mı, kim bilir neler neler... Çabalıyorum. Elimden geldiğince doğru olmaya, verdiğim sözleri tutmaya çalışıyorum. Kalkıp karşımdakine bile isteye yamukluk yapacaksam hiç ağzımı açmayayım sonra.

Önce uzaklaştım sonra yakınlaştım; kendime, gece uykusuna, Türk kahvesine, bazı arkadaşlara, iki satır yazmaya, okumaya, yemek yemeye… Bazılarıyla yeniden ilk buluşma sonrası baktık, aradaki mesafe öldürmemiş bizi. Kalanlarla da şimdilik seviyeli ilişkimizi sürdürüyoruz.

Yolculuklarım oldu. Hiçbirinin içimdeki uzunluğu yaptığım kilometrelerle ölçülemez. Patlayan lastikten yetişmeye çalıştığım feribota, tırmandığım köyden, yol kenarındaki elmacıya, sardığım dürümden, derinlerine daldığım denize kadar görmek istedikten sonra hiçbiri asla sadece deniz-kum-güneş-dağ-bayır değil. Hepsinin hissi içimde bilmediğim yerlere yeni yollar açtı. Yolum uzun olsun…

İnancım arttı. İnsanların gözleri kapalı nasıl yalan söyleyebileceğine de ilahi adaletin sonsuz dengesine de… Kalbini mi kırdılar, hatta sen kendi kendini mi kırdın? Amaaann de, affet geç. Sen kendi yoluna dön, takılıp kalma. Bak bu çok önemli bir mevzuymuş. Biraz zaman istiyor, o yüzden bu konuda insan en çok kendine karşı bonkör olmalı.

Sabretmenin her yıl bir üst güncellemesini alıyorum, level atladım. Hayır, ben demiyorum yakın bir arkadaşım geçenlerde orta düzey evliya olduğumu söyledi de ondan yüz buluyorum. ☺

Bazı korkularımı yendim ama hala sinsi sinsi fıkırdayanlar var. Ansızın geliyor sesleri kulağıma. Bazılarını nasıl alt ettiysem kalanların da icabına bakacağım. Çocukken boşuna atlamadık koltukların tepesinden ‘Gölgelerin gücü adına’ diye!

Sindirmek gerekli. Bir bardak soda yardımıyla değil, yavaş yavaş. Yardımcı elemanlar daha fazla şişkinlik yapıyor. Doğal akışına bırakmak en iyi tedavi yöntemi, vücut işini bilir.

Aman ne klişe! Ayakların baş olma yarışı bu yıl da amansızca devam etti. Sonuçta kimse kimsenin ısrarını kırmadı, nihayetinde ters oturtulmuş baş oldular. Yalnız o çok komik görünüyor işte. Bu işler önce kendini sattırır ama dönen keser ve sap ikilisinin sonunu daha ilkokulda atasözleri ve deyimler sözlüğünden okuduk.

Dostluğun en güzel hallerini bol bol yaşadım bak. Arada mesafeler mi varmış, mesaiye mi kalınmış, yoksa ay sonu mu gelmiş, hepsi fıs! Her şeye rağmen bir şekilde bulduk birbirimizi.

10 lafından 9’u yalan diye bir laf vardır ya 10’da 10 yapanı gördüm. Hatta bizzat yaşadım. Hayat limon sundu, tekila ve tuz istedim kalktı nanik yaptı. Tepemde ampul yandı, sulandırdım limonataya çevirdim. Bu da böyle bir anım oldu.

Kalp doğruyu söylüyor, eğer kulağını açarsan duyuyorsun. Gerçekten görmeyi istedikten sonra önündeki sis perdesini de kaldırıyor. İşte zamanlamayı iyi ayarlaman lazım. Kendine soruları ince yerden hazırlamalı. Öyle kolay sorularla zor işlerin yanıtları alınmıyor. Biraz acıtabilir ama şişşt bakayım, acı yok Rocky!

İşte böyle böyle güçleniyormuş insan. Tümüne şükürler olsun.
Koskoca yılda ben beni buldum mu? Nerdeee…
Peki yaklaştım mı? Bilmem, önüm hala dümdüz ufuk çizgisi sadece…

Öyle ya da böyle bir yıl daha bitiyor. Ağlatan, güldüren, neşelendiren, sürprizler yapan, ortadan kayboluveren, sırttan vuran, işten kovan, kahkahalarımın yol arkadaşları, zırlamalarımın sümüklü omuzları, birlikte sadece sessiz kaldıklarım, yola çıktıklarım, arkamdan bır bır konuşanlar, mahalle çiçekçisi, bana benden çok üzülen miço, lokmasını paylaşanlar, benim olanı bile benden saklayanlar, köşe başı kedisi, sıkı sıkı sarmalayanlar ve sayamadıklarım her biriniz ayrı ayrı var olunuz efenim, beni sizler yarattınız!

ÖNEMLİ NOT! Yine de rica etmeden geçemeyeceğim, lütfen biraz daha sevgili, saygılı ve dürüst olalım. Acıtmak yerine kucaklayarak yaşatalım birbirimizi. O kadar da zor değil. İş biraz alçakgönüllülüğe, el açıklığına bakıyor. Paylaştıkça çoğalıyoruz ne de olsa…

ÖNEMLİ NOT II! Ha, ben çok mu iyiydim, elbette hayır! Ne yanlışlarım oldu, olmuştur... Sadece doğruyu arıyorum, iyi olan şeylerin peşinden gitmeye çalışıyorum. Bu yıl daha çok ‘insan’ olmayı istiyorum.

Herkese gönlü gibi bir yıl dilerim.

Ayrıca öperim.

21 Ekim 2016 Cuma

Yaz Kızım


Yaz bakalım diyorum kendi kendime.

Her zaman öyle kolay olmaz. Yazmak, içindekini dökmek. Hatta bazen insan kendi diyeceğinden korkar. Çünkü itiraf ağır bir sorumluluktur. Hayır, başkasına itiraftan söz etmiyorum, o çok daha kolay. Kendine olanı diyorum. Bazen saka kuşu gibi hafifletse de bazen tiftikli yün gibi teni dalar.

Sonra diyorum ki kendime, pardon kuzum ama sen neyi itiraf edeceksin kendine, zaten farkındasın.

Hah yine geldi çokbilmişliğin ardı puslu mavilik saatleri...

Değişim döneminde viraj alan bir beşer olarak yolun arkasında bıraktığım bazı huylar tam kavis halindeyken dikiz aynasından çeyrekli, yarımlı görünüyor ister istemez. Hani bir şey yapmadan, müdahale etmeden duramazdım ya illa sonuca bağlayana kadar üzerine giderdim, işte onlar gözüme takılıyorlar. E şimdi üzerine gitmiyorum, zorlama falan da değil yani gayet olağan akışı içinde hem de. 
Sakinleştim. Hemen celallenmiyorum, dur bakalım ya bir açıklaması vardır bunun diyorum, yeri geldiğinde durma-k konusunda çok daha iyiyim, beklemeyi öğreniyorum. 
Artık içime de atmıyorum. Kör göze parmak sokmadan ortaya koyuyorum. 
Daha bir cesurlaştım. Evet, bazen durup aferin kız niyetine yakama cesaretlendirici kırmızı kurdele takasım da geliyor ya neyse...
Nihayetinde son nefese kadar bitmeyen tadilat halindeyiz.

İtiraf deyip de kendi kendime iş çıkarıyorum kısacası. Güncel ajandada atılacak hamle yok, aslında kafa rahat. Karar alınmış, ya herrü ya merrü. Şüpheye düşme.

Ayrıca bırak, terzi olup kendi söküğümü dikeceğim diye de delik deşik etme kendini.

Zaman iyidir. Yalnız küçük bir tüyo, onun kötü niyetli olmadığını iş bittikten sonra değil, tam da en daraldığın sıra hatırlat kendine. İnce mevzu bu, kalın düşünme bak o zaman çıkarsın işin içinden. Su akar, yolunu bulur. Ama nehir kenarına oturup aval aval "Aa negzel akıyo bu suu" da deme. Harekete devam. Çok da kafaya takma. Neydi o, an'da kal.

Su diyorum su, akar o, bulur yolunu. 

9 Ekim 2016 Pazar

Pazar Kötü Biri Değil



Eskiden pazarları hiç sevmezdim de sonra aniden bir şey oldu. Yok ya dedim, pazar kötü biri değil, kapı arkasında bekleme geçip gidişini. Hiç unutmuyorum, bir pazar öğleden sonrasında bol gülmeli, hayretle göz büyütmeli, eğlenceli bir müzikal izledim, evet dedim kabahat pazarda değilmiş, affetmenin temizlik kokusuyla birlikte sevmeye karar verince güzel geçiyormuş aslında…

****

“Benim için dünyanın toz bulutu olduğu zamanlardan beri pazarları sevemedim. Çünkü temiz belleğe kodlanana göre pazar demek verilen park sözünün tutulmayacağı gün demek ve bunu bile bile telefonun başında beklemek demek.

Bir sahne var eskilerden gözümün önünde. Kestane rengi saçlı küçük bir kız çocuğu oyun oynadığı odasından sırf koridorda duran telefonun yanından geçecek diye mutfağa su içmeye gider, yine sırf telefonun yanından geçecek diye tuvalete gider. Hayır, öğle uykusu da uyumaz elbette. Mesela asla balkona çıkmaz, yoksa çaldığında telefonu duyamaz.
Belki bu hafta sözünü tutar, hem belki sahildeki parka götürür, diye başlayan öğleden sonra karakalem monologları akşamüstüne doğru iyice soluklaşır. Akşam aramalarında ah unuttum ben seni ile puff kaybolur. Hava kara dumanla yoğrulur. Geniz yanar, göz yaşarır. Sonra mutfaktan gelen taze kek kokusu yeniden hayata bağlar.

Evet, ben bugün olanlardan sonra yeniden o kız çocuğuyla birlikteydim. Ansızın belirdi önümde. Onu büyüten benim sanıyordum ama o çocuk olgunluğuyla elimden tutup beni siyah dumanların arasından çıkarttı. Yoksa boğuluyordum. Eliyle eğilmem için işaret etti, tek eliyle siper yaptı çünkü boşluğunda en az kendisi kadar büyük bir kulağı olabilirdi, bir şeyler fısıldadı. Sonra da geldiği gibi kayboldu.

Küçüldüm birdenbire. Yine o 7 – 8 yaşındaki kız çocuğuna döndüm. Kendimi holdeki telefonun önünde gördüm sanki. Garip tıslama sesleri, umursamazlık efektleri çok anlamsız oluverdi. İçim acıdı. Kalktım bir yürüdüm ofisin içinde, hava almaya çıktım. Hayır, ağlamadım. İnanır mısınız, başım da ağrımadı. Bu kez darbe büyüktü, direkt yüreğimi acıttı.

Bazı kız babaları çok acımasız, çok vurdumduymaz. Ve üzgünüm, çok da hadsiz.”

Not: Hani bazı şarkılar var ya, belki onlar kocaman kadınların içindeki küçük kızların babalarına yazdığı şarkılardır. Kim bilir…

****

Bugün, kabul edip affetmenin de bir zamanı olduğuna inanıyorum ben. Öyle başkası söyleyince ya da hadi affedeyim bari deyince değil de ciddi ciddi içinden geldiğinde kendiliğinden olacak ama. Bazen bir kedinin kuyruğunu toplamasında, bazen şalını boynuna doladığın bir bahar yürüyüşünde bazen de küçük bir çocuğun parkta oyun oynamasını izlerken. Aniden oluveriyor işte...

Affetmek güzel, insanın kafasını saçlarını kestirmeye kıyasla çok daha fazla hafiflettiği inkarsız gerçek. Bir nevi kaliteli soluk gibi bir şey de diyebiliriz aslında; metropolün ortasında, gökdelenlerin arasında, arabaların uğultusunda nefes almak yerine sakin bir gölün kıyısında koca ağaçların altında yemyeşil çimenlere uzanıp da ciğerlerini doldurmak gibi... 

29 Eylül 2016 Perşembe

Gökçeada



Baştan söylemesi, biraz turistlik yapayım, gecelere akayım diyorsanız rotayı çevirin. Sakinlik istiyorum, şöyle mis gibi denizi olsun, insanlar da üstüme üstüme yürümesin diyorsanız yola devam.
Ben Gökçeada’yı gerçekten çok sevdim, yakaladığım ilk uygun zamanda da yeniden gideceğim.
Evet, başlıyorum.

Ulaşım

Aracınızla seyahat edecekseniz İstanbul’dan gelirken TEM otoyolu üzerinden Tekirdağ, Keşan, Gelibolu, Eceabat istikametini takip edip Kabatepe Limanı’na ulaşın. İzmir, Ankara yönünden geliyorsanız da önce Çanakkale Boğazı’nı geçmelisiniz. Yine aynı istikamet üzerinden adaya varabilirsiniz.

Adaya direkt ulaşımı olan tek firma Truva Turizm ve yoğun dönemler de dahil olmak üzere günde karşılıklı sadece iki seferleri var. Otobüs ada merkezine kadar gidiyor. Benim gibi bilet bulamayanlar içinse alternatif güzergah şöyle; otobüsle Eceabat’a geçebilir, oradan minibüsle Kabatepe’ye ulaşıp sonra da sizi adaya kavuşturacak olan feribotu kullanabilirsiniz. İndi bindi fazla gibi görünüyor ama korkmayın, hepsi yan yana ve saatler entegre, birbirlerini bekliyorlar.

İstanbul Dudullu’dan Eceabat seferi yaklaşık 5 saat, minibüs yolculuğu ortalama 15 dakika kadar sürüyor. Feribot ise tam 1 saat 40 dakika. Hem minibüs hem de feribot ücreti ayrı ayrı 3.5TL.

Bu arada Borajet’i yeniden göreve çağırıyorum! Ne güzel bir dönem haftada birkaç gün karşılıklı sefer yapıyormuşsunuz, neden bıraktınız, havaalanı bomboş uzansın mı öyle, hı?

Ada Merkezi


Ada merkezi oldukça küçük. Gökçeada Devlet Hastanesi, okul, küçük bir çarşı, pastaneler, zeytinyağı ve ürünleri satan birkaç dükkan, cami, kilise, postane, eczane, market, lokanta ve birkaç bankadan oluşuyor. Hepsi iç içe. Aklınızda olsun burada Ziraat, İş ve Halk Bankası şubeleri ile Garanti Bankası ATM’si var. Çoğu yerde kart ile ödeme yapabiliyorsunuz ama diğer nakit ihtiyaçlarınız için hazırlıklı olun. Bir de sadece ada girişinde benzin istasyonu var. Burasının Türkiye’nin en büyük adası olduğunu hatırlatayım, boş depoyla kalakalmamak için yedeklenin.

Küçük bir tüyo, merkeze dair beklenti içine girmeyin özellikle köy yollarına saptığınızda bambaşkalığı görüyorsunuz. ☺

Kamp Alanımız, Yıldızkoy Arkadia!

Adanın kuzey doğusundaki kamp alanı geniş, ferah ferah. Önünde misler gibi Yıldızkoy uzanıyor. Buraya ister kendi çadır ve ekipmanınızla gelebilir, isterseniz de kiralayabilirsiniz. Kendi çadırınızla geldiğinizde mükellef açık büfe kahvaltı dahil kamp alanı kullanımını kişi başı 65 TL. Kampa ait çadırı kullanırsanız da 80. Bu arada fiyat düşsün isterseniz kahvaltısız konaklamayı da seçebilirsiniz.


Ben kamp çadırını kullandım, açıkçası bu kadar temiz ve düzenli olacağını hiç sanmıyordum, tercih edecekseniz içiniz rahat olsun.

Çadır alanları oldukça rahat, duş ve tuvaletler temiz. Ortalıkta böcek vb. haşeratlar yok, tabi yine de tembellik etmeyip çadırınızın çift fermuarını sıkı sıkı çekin. İsterseniz kullanabileceğiniz bir çamaşırhanesi var. Eah pek çekmez bu dediğim wi-fi de hiç fena değil. Yardımcı ekip muhabbetsever, kedi ve köpeklerse pek bi sevişken. Şöyle bir kendini sevdirmeden yanınızdan ayrılmıyorlar. Gün içinde yemeğinizi yiyebileceğiniz bol seçenekli bir mutfağı var.


Kampın esas bonusu gece vakti seyre dalacağınız samanyolu.

Plajlar

Aydıncık - Kefalos Sahili: Kuzeyde. Upuzun bir sahil şeridi var. Kite sörfçüler plajın sol tarafında rüzgarın tadını çıkarırken, yüzecek olanlar da plajın sağ tarafında denizin sakinliğini tercih ediyor. Bu tarafta bir sürü sıralanmış 'beach' var. Deniz kademe kademe derinleşiyor. 


Kuzulimanı: Kuzeyde. Çok sakin, tertemiz ve denizi git git derinleşmeyengillerden. İki farklı plaj işletmesi var, yeterince ilgililer. Duş ve diğer kullanım alanları temiz. 


Yıldızkoyu: Kuzeybatıda. Havanın sakin olduğu zamanlarda burada denize girmeden dönmeyin.


Laz Koyu ve Uğurlu Plajı adanın güneyindeAklınızda olsun, bu iki plaja ulaşım toplu taşımayla oldukça zor. Bu ikili bir sonraki gelişime kaldı.

Yeme - İçme

Gökçeada’da yeme içme denildiğinde buraya has lezzetlerin başını oğlak tandır ve efibadem kurabiye çekiyor.

Burada oğlak tandırın meşhur olmasının nedeni etinin yumuşacık ve çok lezzetli olmasından kaynaklanıyor. Oğlaklar bildiğiniz başıboş, çobansız dolaşıyor çünkü adada kurt ve tilki gibi onlara zarar verebilecek hayvan yok. Strese girmeyen oğlaklar rahat rahat otluyor, kafalarına göre takılıyorlar. Nasıl karışmadıklarını merak ediyordum ada yerlisi Aleko yanıtladı beni, genellikle çiftliklerin arasındaki mesafe geniş olduğundan karışmazlarmış, yakınlarsa da boynuzlarını boyuyorlarmış. 

Oğlak tandırın en güzelini Meydani Tadında Ev Yemekleri’nde yedim. Diğer çorba ve yemek çeşitlerinden de tattım, gayet lezzetli. Gerçekten de ev yemeği. Ayrıca çalışanları da çok güler yüzlü ve yardımseverler.

Merkez Lokantası’nı hiç boş görmedim. Bol çeşitli menüsü var ama yemekleri Meydani’ye göre biraz daha ağır diyebilirim.

Efibadem, çok leziz bademli kurabiyeleri satan dükkan. Kavala kurabiyesinin yuvarlatılmışını düşünebilirsiniz. O çok şahane Efibadem Kurabiyesi de ada yerlisinden öğrendiğime göre son yıllarda parlamış. Bence iyi de olmuş. ☺ Dondurma çeşitlerini de damla sakızlı muhallebisini de tavsiye ederim, hazır oturmuşken bir dibek kahvesi de içebilirsiniz. Zira her yer güzel yapamıyor.

Rakı – balık ya da şarap tutkunları Kaleköy ya da Eski Bademli’deki restoranları tercih edebilir.


Şahsen yol ortasında oğlak görmeye alışkın değilim ama onlar insan görmeye epeyce alışkın olduklarından yanınızdan tırıs tırıs geçiveriyorlar. Bir de bi sevimliler ki... Ay nasıl yedim ya!?

Köyler



Kaleköy

Adanın kuzeydoğusunda. Tahmin edeceğiniz gibi ismini bir kısmı hala ayakta duran Tarihi Cenevizliler Kalesi’nden alıyor. Günün her saati mükemmel bir manzara sizi bekliyor. Özellikle Posedion’da! Burası hem restoran hem de köy evlerinden oluşan pansiyon. Restoran fiyatları oldukça makul. Eğer akşam yemeği için gitmeyi düşünüyorsanız rezervasyon yaptırmanızı öneririm.
Kaleköy’ün bir diğer meşhuru Mustafa’nın Kayfesi. Ortamı, kahvaltısı, damla sakızlı muhallebisi, ilgi ve alakaları ile gönül fethediyor. Fiyatları aldığınız hizmete tam denk geliyor. Muhakkak gidin.




Posedion



Kaleköy Limanı

Köyde taş evlerden butik otel ve pansiyon bulunuyor. Yukarı doğru tırmanırken köylü kadınların evlerinin önünde açtıkları doğal yiyecek tezgahları göreceksiniz. Daha önce gördüğüm yerlerden farklı burası, zorla ürününü satmaya çalışmıyor hiç kimse hatta tezgahlarının başında durmuyorlar bile. İsterseniz sesleniyorsunuz, kadın evin içinden çıkıp sizinle ilgileniyor. Mustafa’nın Kayfesi’nin biraz yukarısında sabun atölyesi var. Burada da el yapımı sabunlar ve kolonya çeşitleri bulabilirsiniz. Manzarasını da dahil edince sevimli bir yer.

Eski Bademli

Kaleköy’ün karşı tepesinde konumlanan eski Rum köylerinden birisi. Köydeki evlerin büyük bir çoğunluğu restore edilmiş. Yerleşik halk az, hatta bunların da çoğunluğunu başka şehirlerde yaşayıp yaz aylarında adaya geri dönenler oluşturuyor.

Burada da manzarası harika restoranlar var. Köye sabah saatlerinde tırmandığım için lezzetleri hakkında yorum yapamıyorum. Kampla arası 3 km, yokuş çıkarım ben diyorsanız buraya sabah sakinliğinde gelin derim.



Zeytinliköy

Merkezle arası 6 kilometre. Tam da gün batımına yakın saatlerde yürümek için enfes bir yol. Köye ulaşana kadar hava karardığı için fotoğraf çekemedim. Gözünüzün önüne şöyle bir manzara getirebilirsiniz; tepedesiniz, etrafınız mis gibi ağaçlarla, bahçelerle kaplı. Arnavut kaldırımlı dar sokaklarda sağlı sollu eski Rum evleri arasında yürüyorsunuz. İnsanlar mütemadiyen gülüyor, kimse kimseyi rahatsız etmiyor, çocuklar omuzlarda taşınıyor, yüzlerde huzur okunuyor. Mesela o akşam birisinin evinden piyano sesi geliyordu, kaldırımın kenarına oturup resital dinledim.



Zeytinliköy - Nostos Cafe

Nostos Cafe’de oturduk, çok tatlı bir işletmecisi var. Nefis Panacota tatlısı sonrasında dibek kahvesi hüplettik. Diğer işletmeler de hep benzer tarzda ve aynı sıcaklıkta insanın içinden hepsinde oturup birer kahve içesi geliyor. Hatta bazılarından kaldırımlara neşeli Yunanca şarkılar taşıyor.

Vakit azlığından gidemediğim Tepeköy ve Dereköy de bir sonraki gelişime kaldı.

Ada içi ulaşım

Arabasız yapamazsınız dediler. Valla oldu. Adadaki minibüs ağı yeterli diyemem, hele ki saatini, güzergahını sormak için bir görevlinin bile olmayışına hiçbir şey diyemem ama bahsettikleri kadar zor değil. Ada Merkezi - Bademli – Kaleköy hattında gece 02’ye kadar tam ve buçuklu saatlerde ring hattı var. Ücreti 2 TL. Diğer hatlar daha seyrek saatlerde ve muhakkak bir şoföre sorup kesin bilgi alın derim.



Yollar oldukça güvenli, otostop çekebilirsiniz, yürüyebilirsiniz. Toplu ulaşımın gitmediği plajlara gitmek için taksi tutabilirsiniz özellikle birkaç kişiyseniz fiyat hiç zorlamaz. Araba, motor ve bisiklet kiralamanız da mümkün.

Unutmadan, yanınıza ince bir mont, rüzgarlık alın. Bir de çorap.☺

***

Bu kadar güzelliğin yanında maalesef bir de... 

* Çöpünüzü atabileceğiniz kova yok! Pet şişeyi doğaya salamayacağınız için bir yerden sonra samimiyet kurmaya başlıyorsunuz.
* Adanın genel dokusuyla hiç alakası olmayan bir yapılaşma başlamış. Adına apartman dedikleri ayrık otları, sağdan soldan pirinç balkon tırabzanlarıyla göz bozuyor.
* Bağcılık, Bozcaada’ya kıyasla neredeyse hiç gelişmemiş, kimse yatırım yapmamış. Ancak son yıllarda yavaş yavaş kıpırdanmalar var. Bazı adalılardan öğrendiğime göre mübadele döneminin uzun sürece yayılmış etkilerinden kaynaklanıyor.
* Kitapçı yok! 👎
* Eski taş evlere ahşap doğrama pencere yerine kahverengi pimapen taktırılmış olması gerçekten çok ilginç! Kimisi yenilenirken doğallığını korumuş kimisi de yanlış restorasyon vurgunu yemiş.
* Bu tarz yerlerde görmeye alışkın olduğumuz takı toka, magnet, biblo standları aramayın boşuna. Elbette bu sorun değil ama her yerde peştamal ve kese görmekten fenalık geldi. Evet, muhallebicide bile.

4 Eylül 2016 Pazar

Eylül Yazısı


Hani bugün 1 Eylül ya birçok kişi takmış sonbahar başlangıcı diye. Hayır, henüz yaz bitmedi, sonbahar da gelmedi ona birazcık daha var. Bugün sadece en sevdiğim ay eylülün ilk günü. Zamanı, hele ki daha zamanı gelmemiş zamanı baştan peşin peşin harcamaya ne de meraklıyız. Sanki her şeyimiz oldukça yolunda, sanki zamanı artırıyormuşuz gibi bir de önden gitme telaşı. Sabırsızız, gelmeyen mevsimi dahi gelmiş gibi kabulleniyoruz.

Etmesek ya böyle...

Halbuki daha ağaç yaprakları yemyeşil, akşamları anca biraz serin olmaya başladı; yani zaman tıkırında gidiyor. Önden koşmak yerine sakin olmak lazım. Onu becerdikten sonra yargısız infazlardan da dinlemeden konuşmaktan da uzaklaşacağız. Kalp ritmimiz yavaşlayacak, arşa yükselen tansiyonlarımız düşük seyredecek. "Ada insanı" gibi olacağız. Demek ki neymiş, her şeyin başı önce sağlık, sonra sakinlik. Olmadı duruma göre yükseliriz. :) 


Günler oldukça şen, parçalı buluta rağmen bol kahkahalı
Gecelerse alabildiğine hırçın, güneşin intikamını alırcasına fırtınalı
Sanki önünde durduğum pencerenin camı patlıyor, küçük parçalar bir bir üzerime saplanıyor.
Acıyor, uyuşuyor, doğal narkoz geçince acısı yenileniyor.
Yeniden ve yeniden
Nihayet sabır meyvesi eteğime düşüyor, içinden çıkılmaz sanılan döngü fark ettirmeden kırılıyor.
Bakıyorsun, ah izi kalmış.
İzi kalan yaralar bir süre sonra hep varmış gibi olur; sanki derin doğuştan zedeliydi
Bakmak da zor falan gelmez, senindir tıpkı teninde nokta biçimli ben gibi.

Unutur insan zedelerini,
Kabullenir. 
Kabullenilen şeyse geçmeye mahkumdur.
Zamanın işi zaten geçmektir.
Geçirir.

28 Ağustos 2016 Pazar

Uyuyacağım sandım uyuyamadım, balkona çıktım bi sigara yaktım
Durmuş göğe bakıyorum, bulutlar kıpırtısız, dört nalları kırılmış gibi
Yıldızlardan rol çalan uçaklar geçiyor bir bir kim bilir nerden nereye...
Bazen insanın içi çok acıyor; çözmesi zor gemici düğümü gibi.


Bazı soruların yanıtları Kalpazankaya'dan bile ağır; ama sabahı bekleyen umut hep var

30 Mayıs 2016 Pazartesi

Esinti

Tül aralığında incecik rüzgar soluklanmak için süzelse;
Kitaplara, yatak başlığına ve fil biblosuna hafif bir öpücük kondursa...
Mecbur yeniden göğe karışmak için döndüğünde sahiplerini çoktan kaybetmiş tavanda asılı duran tüm zamirsiz özürleri yanına alsa;
Onlar da hiç kaybolmamışcasına havaya karışsa...
Sonra sokaktan geçen bir akordeon sesi kulaklara umman huzru taşısa...
Ve bahar artık gerçekten çiçeğe kavuşsa...

9 Nisan 2016 Cumartesi

Zamanın Durduğu Yer, Kuzguncuk




İlk kez ne zaman gittim, neden gittim, kiminle birlikteydim, yalnız mıydım yoksa? İnanın hiçbirini hatırlamıyorum. Şimdi bildiğim bu semtin ayaklarımla kesin gizli bir sözleşme yaptığı yönünde, kendimi hiç ummadığım anlarda dahi orda bulmamın başka bir açıklaması yok.

Neresi mi, Kuzguncuk!

Üsküdar Meydanı’ndan Beylerbeyi istikametinde Paşalimanı Caddesi üzerinde ilerleyin. Devlet Tiyatroları Tekel Sahne’yi geçin, önündeki keskin kıvrımı da atlatın, şimdi önünüze trafik ışıkları çıkacak. Hemen hizasında köşede konumlanmış Dilim Pastanesi’ni de gördünüz mü? Dalın o köşeden İcadiye Caddesi’ne. Tatataa işte geldik!

Baştan söyleyeyim, burası zamansız bir yer. Hem zamanın içindesiniz; yerde rüzgarla sürüklenen tek bir yaprağın sesini dahi duyabiliyorsunuz hem de avucunuzu sıkıp yakaladığınızı sandığınız hava gibi… Sırtlarımızdaki pullu metropol ceketinin modası da geçersiz haliyle. Dört mevsim de çekiciliğinden zerre taneciği kaybetmiyor. 

Cadde üzerinde biraz ilerledikten sonra sol tarafınızda Kuzguncuk Çay Ocağı’nı göreceksiniz. Önündeki küçük tahta masalardan birine oturun, biraz soluklanın. Hatta hafiften açlık bastırdıysa çaprazındaki fırından çıtır simidinizi de alın. Benden söylemesi, İrfan Abi’nin kenarları sarı sırma şeritli çay bardağındaki çayın tadı çok başka.

Tamam, eğer canınız çay simit ikilisini istemediyse daha birçok alternatifiniz var. İsterseniz Kuzguncuk Balıkçısı’nda balık keyfi yapın, ister Betty Blue’nun nefis yemeklerini tadın. Zahir’de Maklube de yiyebilirsiniz bak, en iyisi demiyorum ama gayet leziz. Aklınız sıkı bir kahvaltıdaysa yolun sol tarafından biraz daha ilerleyip Pita’ya uğrayın. Kahvaltı faslını geçtim diyorsanız da La Mekan sizi kendisine çekecek zaten. Brownie keki, incirli ve elmalı kurabiyeleri rüya süsleyen cinsten, aklınızda olsun. İnci’den’de yediğim kabak çiçeği dolmasının tadı da hala damağımda.

Habire yiyecek içecek değiliz, sanat atölyelerini de turlayın. Hem İcadiye Caddesi üzerinde hem de ara sokaklarda el emeği göz nuru işlerini sergileyen ne dükkanlar var…


Yemekler yendiyse biraz turlamaya ne dersiniz? Bunun için size şu sokaktan girin, buradan da sağa dönün demeyeceğim. Ama bol bol merdiven ve yokuşla karşılaşacaksınız bunun tüyosunu verebilirim. Yukarılara çıktıkça harika bir Boğaziçi manzarası gözlerinizin önüne serilecek. Renkli evlerin süslediği sokaklar içinizi ısıtacak.


Burada üç büyük dinin büyük bir saygıyla buluştuğuna da tanıklık edeceksiniz; cami, kilise ve sinagog birbirleriyle iç içe. Ayrıca yerlisinden esnafına çok da misafirperverdir Kuzguncuk sakinleri. Hiç zincir market şubesi ya da her AVM’de gördüğümüz kahvecilere rastlayamazsınız. Şükürler olsun ki semt koruma altında. Bu koca şehirde daha başka kaç semtte yaşayan esnaf var ki? Hazır buradayken Kuguncuk Bostan’a da bir uğrayabilirsiniz. Kastamonu Pazarı’ndaki taze meyve tezgahına da bir gözatın derim. 


Kuzguncuk’ta yeter ki yanınızda dostunuz olsun iki çift kelamınız olsun gecenin bir saati haliyle bayatlamış çayın koyuluğu bile sohbetin kıvamını değiştiremez. Yeter ki yanınızda sevdiğiniz olsun dik yokuşları çıkarken soluğunuz zorlansa dahi kendinizi 10 kaplan gücünde hissedersiniz. Yeter ki kendiniz yanınızda olsun köşedeki çay ocağında içtiğiniz yorgunluk kahveniz damağınızın tadını bulur. Bakın, diyorum size bu sokakların dili var. Duymaya niyetliyseniz pek çok şey anlatırlar size. Hani derler ya ‘adam gibi sevmek’ diye, işte burda bir yürüdünüz mü artık önemli olan insan gibi sevmektir.


Dönüş yolunda size yorgunluğunuzu unutturacak, bol köpüklü kahve içebileceğiniz mekanlar arasında Asude Çay Evi ile Çikolatacı Aziz Bey alternatifler arasında.
Mahallenin en yenilerinden Nail Kitapevi’ni hafızanıza kaydedebilirsiniz. Burada hem kitap alışverişinizi yapar hem de taze demlenmiş çay/kahve eşliğinde bilgisayarınızı açıp çalışabilirsiniz. Eski kitap kokusuna bayılanlar için Kuzguncuk Sahaf’ın varlığını hatırlatayım.


Artık geri dönüş yoluna geçtiniz diyelim,  gerisin geri yürüyün ve İcadiye Caddesi’ni bitirip Paşalimanı Caddesi üzerinden karşıya geçin. İşte karşınızda minicik kıyı kuytusu, Kuzguncuk İskelesi’nin yanı; Çınaraltı Çay Bahçesi... İnsan bu aralıkta tam da sol çaprazdan Boğaziçi Köprüsü’ne karşı esas duruşa geçer sonra da rahata alır kendini. Seviyor musun, daha çok seversin… Huzurlu musun, huzrun senden taşar etrafına yayılır… Aşık mısın, kalbine sahip çıkarsın… Efsunlu gibidir, çaktırmadan satır satır okur seni. Nasıl yaptığını da çözemezsin e gizemi de onda kalsın değil mi ama.☺

Sevdiğinizi alın gidin, evladınızı alın gidin, sizi neyin tamam ettiğini düşünüyorsanız onu alın gidin, olmadı sadece başınızı alın gidin. Daha ne söyleyeyim kaybolun sokaklarında…




31 Mart 2016 Perşembe

Sahi, ne anlattın sen bana?


Uzun zaman sonra geçenlerde aradın sanki daha bir akşam önce konuşmuşuz gibiydi sesin. Bulamadın yolunu, kaybolup sonra aniden sulu sepken ortaya çıkman hiç olmuyor. Bir de kalktın aramıyorsun dedin ya, ay vallahi hiç güleceğim yoktu. 
Yine de hiç bozmadım seni, gözlerimi karşı apartmanın balkonunda asılı renkli çamaşırlara dikip sadece telefonu nihayet kapatacağım anı bekledim. Rüzgar epey de kuvvetliydi hani, ipteki sarı bir kazak mandaldan kurtulup sokağın ortasına uçtu. İçim sallandı sanki. Sahi, ne anlattın sen bana?  
Tam kapatıyoruz derken tanıdık imalı sesinle başka neler yapıyorsun diye sordun. Ne deseydim, hayatımdaki tek doluluk şu dengesiz havalarda V yaka kazağımın içine giydiğim gömleğin pötikareleri mi? Başladım ben de harcına iki paket kabartma tozu kattığım günlerimin geçişini anlatmaya... Sesimi dinledim de kabarık bulutları andıran içi boş hamur parçalarına benziyordu. 

Ardından tek bir damla gözyaşı bile dökmedim. Ama yiyecek bir şeyler aldığım çiçekçi çocuğa, her sabah evden çıktığımda günaydın niyetine bacağıma dolanan kediyi iki gün göremediğime, bulaşık yıkarken kırılan camın elimi kestiğine, beklediğim otobüsün gelmediğine, cuma akşamı Çehov Makinesi'ne yetişemediğimde kaçırdığım ilk perdesine çok, çok ağladım. 
Şimdi durgunluk zamanı. Bu aslında sarsaklıkla dinamizmin tam ortası bir hal. İki taraf da kolumu çekiştiriyor. Bu akışta bazen insan kendini zorunlu dinamizme kaptırıyor, iyi de oluyor. Hah diyorsun, ne kadar da güzel gülüyorum Allah'ım! Yeniden doğuşun bahşedilmiş gibi hissediyorsun. Yaşadığın şehre, gecenin bir saati bayat çay içebildiğin sohbeti koyu dostuna, göğün mavisine, gördüğün, hissettiğin her şeye şükrediyorsun. Çok sık yakalar oldum bu anları bak bu çok daha iyi bir şey. Arada bir sarsaklığın da galip geldiği olmuyor değil ama insanlık hallerinin istisnasını her zaman savunmuşumdur.

Duyduğum sessizliği unutacağımı, sadece zamanını bilmediğimi söylemiştim. Bilinen gerçek, olağan yaşam döngüsünün bunu getirdiği. Sadece daha fazla para kazanmak için kurulmadı büyük şehirler, biraz da kalabalığına kendini kaptırmak gerekiyordu çünkü. Bir şey diyeyim mi, çok bilmişliğin ardı puslu mavilik...
Akşam üstü alacasının La Vie En Rose'u çaldığını hep hatırlayacağım ama senli hatıralar seni bulanıklaştırdı.

25 Şubat 2016 Perşembe

Ayağımda Terliklerle Koşamam Senin Peşinden


Ay galiba kalbimin son günlerdeki ağırlığı göz çukurlarıma çöktü. Gözaltlarımdan mor damlalar akıyor. Makyaj yapmadım bugün, kırmızı ojeli ellerime güveniyorum.  Ayrıca çenem de düşük değil, tüm münasebetim kendimle.

Küçükken çalışkan karınca ile tembel ağustos böceği hikayesini siz de okumuşsunuzdur. Heh işte ben zaman zaman her ikisini de aynı bünyede topluyorum. Bu gibi günlerde de kış ortasında ağustos böcekliği yapıp depodan yiyorum, yedekli yaşamak fena değilmiş yahu ;)

Geceleri başucu lambamı kapatıp, yorganın içine kıvrılınca bir de kafamı yastığa yerleştirince alıyor zihnimi bıdı bıdı haller. Uykum var diyorum, yavrum sen de dinlendir kendini, yarın bana lazımsın diyorum, bi zahmet iplenmiyorum. Bir de nerden buluyor o konuları, hatrımda esamesi kalmamış sandığım anları gösteriyor. Sonra da anılar tefi alıyor eline. Hatıraların da bak ben şimdiki zamana geliyorum diyecek kibarlığı yok. Selektörsüz, damdan düşer gibi inmek en sevdikleri. Ah ne kadar da narsistler!

Üniversitedeyken bir dersin final sınavında hoca soru kağıtlarıyla birlikte önümüze tükenmez kalem de koymuştu. Kurşun kalem kullanmak yok, cümlenize nasıl başlayıp nasıl bitireceğinizi bilin, düşünmeden hareket etmemeniz için küçük bir egzersiz demişti. Şimdi bunu ortaya çıkaran zihnimin dilinin altında ne var acaba?
Hımm… Sınav kağıtlarını doldurmak işin kolay kısmıydı akıllım falan demek istedi herhalde.

Bildiğim şeyi neden önüme çıkarıverdin ki sen şimdi? Kestirme cevaplarla kıvıramıyorum da. Şişşşt dur kaçma, ayakucumda terliklerim var koşamam onlarla peşinden. Düşeyim onu mu istiyorsun? Gelsene buraya konuşacağız seninle karşılıklı. Kime diyorum ben!?

Al işte, lafı bıraktı hop kaçtı.

Pijamalı sorgulamalar, sorun çözmeye çalışmacalar çok eğlenceli, siz de gelsenize. 
Yalnız yanınıza su alın, boğaz kuruluğu yapıyor benden söylemesi.

14 Ocak 2016 Perşembe

İyi Dalga Yaptı Bu Rüzgar



Minicik, aynası parmak izi dolu bir asansörde tek başımayım, hiç durmadan zemin katla 18. kat arasında inip çıkıyor. Hatları kırmızıyla belirlermiş STOP tuşuna basıyorum durmuyor, zil ikonlu çağrı tuşuna basıyorum sesi çıkmıyor. Hırsla bir daha bir daha basıyorum tık tık tuş sesinden başka bir şey yok. Anneme sesleniyorum, kurtar beni diyorum. Uzaktan sesi geliyor, bekle kurtaracağım diyor. 1m2'lik yerde artık nefessizlikten öleceğimi düşünüyorum. O an aklıma geliyor yere oturayım havadaki oksijeni verimli kullanayım diyorum sonra birden hiç tahmin etmediğim bir ses duyuyorum; mekanik kuş ötüşü. Allah'ım bir yerden tanıdık bu ses... Israrla çalıyor. Zihnim artık işi uyanıyor, gözümü açıyorum. Oh rüyaymış. 

Saatin kaç olduğunu biliyorum yine de dayanamıyorum bakıyorum. 06.35. Her sabah aynı şey. Birkaç gündür kan ter içinde uyanmak artık canımı sıkıyor. Yaklaşık beş dakikayı kafam yastıkta ayaklarım yere sarkık bir şekilde geçiriyorum. Göz ucuyla baş ucumda duran bir gece önce elimden zor bıraktığım kitabın sırtını inceliyorum; ne kadar da pürüzsüz. Son günlerde kaldıramıyorum kendimi bir türlü yataktan, güne bezgin başlamak ızdırap... 

Yüzüme soğuk suyu çarpıyorum. Geçenlerde bir yerde okudum, ilk selamı kendine vermeliymiş insan. Ayna karşısında su damlayan suratıma bir günaydın çakıyorum. Gülmeyi deniyorum, yansımam pek hoşuma gitmiyor açıkçası. Hep güzel güldüğümü söylerdin, bak o aklıma geliyor yine. Seni görüyorum karşımda, dayanamıyorum boşveriyorum kendimi seninle konuşmaya başlıyorum. 

Ne yapsan sana kıyamıyorum dedim diye mi gemileri benim sahilimden selamlıyorsun, gitsene ya sen kendi sevdiğin sahile!
Ne istiyorsun oğlum sen, elalemle çözemediğin derdini neden benim defterimde karalıyorsun?
Kim sanıyorsun kendini, adından bir harf bile fazlası olmadığını bu yaşına geldin anlayamadın mı hala? 
Tamam yeter müteahhite verdim komple sokağı, kentsel dönüşümde benim buralar. Bolca toprak var, üstün başın kirlenmesin. Nasılsa bu şehir her telden çalmıyor mu, benim sesime gelme artık. 
Tamam hepsini unut, söylenenleri, anıları, kokumu, geceyi, gündüzü beraber ne varsa...
Hani sözde iyi insanlar olarak kendimiz için sıradan bir insanın kabini kırmaya eriniriz ya; nerde göreceğim bir daha onu, hakkı kalmasın deriz. İşte böyle hatırla ince ince işlediğin kalbimi. Sanki bir daha hiç rastlaşmayacakmışız gibi kırma. 
Ben seninle derdimi hala bitiremedim, beni bana bırak çok uzadı bu iş.
Bak gördün mü, seninle konuşayım derken suyu açık unutmuşum! Zaten doğal kaynak sıkıntısı var.
Hep zararsın hep!

Tam ağzımı sol kulağı çınlatmalık okkayla doldurmuşken bir ses geliyor yüksele yüksele; acayip melodili ayrıca ne kadar da yılışık bir ısrarcılığı var!
Kime atarlanıyorum ben be sabah sabah!?
O ses az önceki ses mi ya!? Zihnim omuzlarımdan silkeliyor, mecbur gözümü aralıyorum; saat 06.40.

İkinci rüya dalgasıymış.
Neyse günaydın.

7 Ocak 2016 Perşembe

İşlevsel Sağanak


Fark ettim de sağanak yağmur, ahmak ıslatan versiyondan çok daha iyi.
Şemsiyeyi açsam mı kapatsam mı diye düşündürmez. Ayh içim şişti griden, yağacaksa yağsa da hava bi açsa dedirtmez. Araba sileceklerini de ağırdan ağırdan aptala döndürmez.

Biraz serinlik yapar ama ortalığı temizler ki buna da değer.

6 Ocak 2016 Çarşamba

Zamanın Eli



Zamanın eli omzumuzda, başımızın üstünde, verdiğimiz solukta, attığımız adım izlerinde, geçmişte kalan eski dostluklarda her - her - her yerde...
Kendine has yöntemleriyle pek çok şeyden de fazlasını değiştirdiği söylenir, peki neden hala bazı şeyler öylece kalıyor?
Ya da şöyle sorayım, ne yönden olursa olsun iyiye dönmek istemeyenlere karşı son derece katı bir bedel mi ödetiyor?
Bu zaman kime, neye göre değiştiriyor insanları? Karşısındaki içinin fesatını diline dökmekten vazgeçmiyorsa kendi ağır kurallarına göre hizaya gelene olmadı müsaade ettiği son nefesine kadar oyunun içinde kaybeden hanesinde tutmaya devam mı ediyor?

Bugün bir kez daha fark ettim; sanırım tam olarak yaptığı bu.


Biraz uzaktaki yakın geçmişe kadar karşılaştığım her olumsuzluk için bir neden hatta daha da ileri gidip bahane bulurdum. Hiçbirisini akılsızlık, fazlasıyla duygusallık sonucu hak etmiş olabileceğimi ya da olması gerekenin oluşu olarak kabul edemezdim. Nasılsa en kolayı buydu, olur olmadık şeyleri düşünerek zamanı ne de güzel geçimsizlik abidesi yapıyordum!

Elbette herkeste olduğu gibi benim hayatımda da kendine göre inişler çıkışlar var. Ve yine çoğu kişilerdeki gibi inişler halatı boşalmış asansör efektli, çıkışlar da bastonlu teyzenin Kumbaracı Yokuşu'nu tırmanması gibi... Hadi hadi nankörlük etmeyeyim, bazen de asansör zemin kattayken halat fıırrşt diye çözülüp gümm diye tavana düşüyor, ölesiye korku ama nihayetinde acı yok.

Şimdi çok şükür iyiyim. İnsanlık halleri hariç ağlanıp sızlanmıyorum. Gelenlerin her birini, kestirebildiğimce kendi inancıma göre sınav ya da ben azdım Hak bela yazdı kategorisine yerleştiriyorum. Hepsine eyvallah. Gelmeyen adam, ağlatan arkadaş, olmayan iş, hayat gaileleri eskisi kadar düz etmiyor. Yaşadığıma, duyduğuma, gördüğüme duyarsızlaştım sanılmasın; aksine farkındalığım arttı. Ne yapabilirim, nasıl daha iyi edebilirim, nereye dokunursam daha çok hayrım dokunur diye düşünüyorum. Bir de hak etmeyenin çok üstüne gitmiyorum.

Gelenin azı çoğu fark etmez kuvvetimce bacağından sallıyorum işte. Hiçbiri kolay olmuyor ama yapacak da bir şey yok.
Kendimce kendimi ayakta tutuyorum yani.
Bir nevi geleceğe yatırım.

Kısacası olup bitenler içinde içim rahat. Gelecek günleri heyecanlı bir dinginlikle, dileklerimi birer birer sıralayıp, olmaları için çabalayıp sabırla bekliyorum. Evet bugün iyiyim ama günü gelip de bunları unutacak olursam beni unutmaması ve yeniden hatırlatması için O'na dua ediyorum.

Böylesi çok daha iyi, gerçekten.
Samimiyetimle.

4 Ocak 2016 Pazartesi

İkiBinOnBeeşş Hadi Yine İyisin Giderayak!


2015 sana çok teşekkür ederim; bana tahmin ettiğimden de çok şey kattın, yeni şeyler öğretebilmek, deneyimletebilmek için elinden geleni yaptın. İyi iş de çıkarttın doğrusu. 
Havalanma hemen en güzel senem değildin ama en akademik yılımdın. 
Soluksuz kaldığımı sandığımda aslında hala nefes alıyor olmamı hatırlatmanla ders başladı, sonra senin müfredata göre devam ettik. Teneffüs aralarını sık vermedin, blok derslerde çok sıkıldım ama iyi de oldu be bak sabretmeyi de aradan çıkarttım. Hiçbir zaman her dersi seven öğrencilerden olamadım nihayetinde dönem sonu toparlamayı bildim. Karne fena değil bence. Ayrıca ders notlarımı iyi kazıdım aklıma da kalbime de, için rahat olsun. Okul kapısının önünde annemin beni beklediğini gördüm ya çok sağol. 
Ellerinden öperim seni, hoşçakal.