22 Ekim 2015 Perşembe

Run Nes Run!


*Bir önceki paylaşımla bağlantılıdır.

Keyifli hafta sonu Bozcaada gezisi bitti, dönüş yoluna geçeceğiz. Burçi’yle tadı damağımızda kalan damla sakızlı kahveden son bir doz daha alalım dedik. Feribotun kalkmasına 15 dakika var daha, yetişiriz rahat rahat. Hesabı öderken de son eksiğim ada kurabiyelerimi de aldım mı oh mis.

Çantalar, tamam
Çadır, tamam
Matlar, tamam
Magnet, hediyelik ve diğer püsürler, tamam
Uyku tulumu, -
Uyku tulumu, ?
Koca kafalı miniğin Avrupa turu görmüş UYKU TULUMU!?
-O mesaj tantanasının olduğu gün kendi uyku tulumunu verebileceğini söylemişti-
YOK! Ahanda kamp alanında unutmuşum.

Hemen Ada Camping’i aradım, durumu anlattım. İlk rahatlık dalgası geldi, tulum orda bir yere uçmamış ohh... Emanet olduğunu söyledim. Israrlı ricalarımı kırmayıp kargoyla gönderebileceklerini söylediler. Ancak kargo adaya yalnızca çarşamba günleri uğruyormuş, cuma günü elimde olurmuş.

Şimdi önümde iki seçenek var:
1 – Kamp, uyku tulumunu kargoya verecek. Durumu benim koca kafalı miniğe kırıla büküle anlatacağım ve teslimatın kazasız belasız olması için dua edip evceğizime döneceğim.
2 – Bir şekilde hızlıca kampa ulaşmanın yolunu bulacak, tulumu alacağım. Ancak bu durumda büyük ihtimalle otobüs saatime denk gelen feribotu kaçıracağım. Bir sonraki feribot Geyikli İskele’ye ulaştığında da benim otobüs çoktan Çanakkale yolunda olacak.

Bol atraksiyonlu ada kaçamağı için birinci seçenek çok heyecansızdı. Ben de o yüzden iki numarayı seçtim. Şaka şaka içim rahat etmedi, ya kargoda bir şey olursa? Bu kez de Burçi’yi feribota yetişemezsem bensiz gitmesi için ikna edemedim, ya beraber ya hiç dedi. Epey de inattır kendisi. Saate baktım feribotun kalkmasına henüz 10 dakika var, daha yeni yanaşıyor. Yok, yine de buna yetişemem zaten kamp alanına gitmek nerden baksan 10 dakika. İskele görevlisiyle konuştum ve nihayet adaya en kalabalık zamanında gelmek bir işe yaradı, ek sefer koymuşlar! Bu durumda otobüse tam vaktinde yetişebiliriz tabi ben ek seferi de kaçırmazsam.

Burçi eşyalarla birlikte iskelede kaldı. Önce taksiciyle konuştum, telaşımı fark edince 2 gecelik pansiyon ücretini reva gördü! Kalmış olsa onu da verirdim de yoktu ki. Merkezden kalkan minibüsler de bi acaip, giderken kullandığım minibüsle yeniden aşağı inmek zorundayım çünkü karşı seferi yok. Neyse ben gideyim, dönüşe Allah kerim dedim.

21.00’de kalkması gereken minibüs 21.01’de hala kalkmayınca minibüs şöförüne yalvardım resmen. Artık nasıl hızımı alamamışsam ben durumu anlatırken çoktan yolu yarılamıştık. Yolda iki yolcudan başka felaket tellalı da bizleydi, feribotu kaçırırsam otobüsü yakalamamız mümkün değilmiş zaten bu saatten sonra Geyikli’den Çanakkale’ye otobüs, minibüs bir şey de yokmuş. Allah var, yine de yetiştirmek için epey çabaladı.

Kamp alanında indim, işletmecisi beni görünce çok şaşırdı. Bu kadar mı önemliydi kızım, boşver yetişemezsin dedi balık sofrasına davet etti. Gözüm biraz arkada kalmadı değil. Neyse aldım kırmızı ipli lacivert tulumu, sıkı sıkıya da yapıştım. Hmm dönüş? Güzel soru. Ben gitmeden 1 dakika önce bir araba merkeze inmek için çıkmış ve yakın zamanda da başka çıkacak olan yok. (Burdan içine tükürdüğüm şansıma sevgilerimi yolluyorum.) Zaten pazar akşamından mütevellit kamp boşalmış. Minibüsün geri dönmesine daha çok var. Feribotun eli kulağında. Ama Allah’ım yine mi tavus kuşu tüyü dikiyorum ben ya!?

Çıktım yola, otostop yapacağım başka çare yok. Şükürler olsun ki bir dakika bekledim beklemedim sarı sarı farlar keskin virajdan göründü. Meşhur baş parmak havada otostop işareti yaptım, durdu. Zifiri karanlık. Tırsa tırsa Allah’ım neyi durdurdum ben acaba derken baktım ay kardeşim kadar sevimli çocuklar. Durumu aynen aktardım, yetişemezsem otobüsü kaçıracağımı, sadece kendimi değil arkadaşımı da yakacağımı –biraz- heyecanlı bir şekilde anlattım. Kısacası hızlı gidin be! demekten başka söylenebilecek ne varsa hepsini söyledim. Bol bol da kendilerine dua ettim, hatta -lütfen buraya dikkat- ileri gidip özel olarak istediğiniz bir şey varsa söyleyin onun için dua edeyim dedim.
Hı hı çünkü benim dualarım kesin tutar, yukarıdan torpilliyim.

Ada hakkında yazarken anlatmıştım merkeze araç girişi yasak diye. Çocuklar sağolsun gidebilecekleri en uç noktaya kadar gidip beni orda indirdiler. Efendim nasıl söylesem, kendimi Speed Force’dan yeni mezun Flash gibi hissettim. Run Nes run! Bir yandan feribota yetişmek için hızla koşuyorum diğer yandan da masum insanlara! çarpmamak için seri manevralar yapıyorum.
Neyse ki sonunda feribota yetiştim işte o an tavus kuşu tüylerinin ada rüzgarında dağıldığını gördüm :) O yarım saat boyunca nasıl bir koruma iç güdüsüyse artık tulumun üzerinde oturmuşum.

İstanbul’a döndüm, henüz ön satışta bulunan benimkiyle telefonlaştık. Güzel güzel konuştuk. Sesler şen şakrak. Telefonda bu hadise hariç tatil özeti yaptım. O sıra boynu tutulmuş, evdeydi. Birkaç gün sonra emanetini geri götürmek için onlara gittim. Yüzüme bakmadı. Evet, yüzüme bakmadı! Ben de nasıl olduğunu anlamadım. Bırakın bu olayı anlatmayı doğru düzgün hatrımı bile sormadı.

Tam iskeleden vapura atlarken denize mi düştüm, paraşütle serbest atlayışta ipi çekerken koptu da elimde mi kaldı nooldu Allahım, neye uğradım ben böyle?

Birkaç gün sonra çıktı kokusu, eski sevgilisiyle barışmış. Bir de –ah kıyamam- aslında o barışmayı hiç istemiyor, hayatına çeki düzen vermek istiyormuş da kız bunun peşini bırakmıyormuş. İyi kızmış da çok kıskançmış ama naapsınmış bi de bu sarı seviyor diye kızcağız saçlarını yıllardır sarıya boyatıyormuş. Ay ben seni yerim! Şuan aşırı sevimsiz şeysin. Bir de o buluşma günü tantanasından sonra öğrendim, tam da istediği gibi biriymişim, neden olmasınmış mış mış... 
Burda anlattıklarım aşırı doz heyecan içeriyor olabilir ama bunlar tamamen benim içimde hissedip pır pır yazıya döktüklerim, dışarıya yansıttıklarım değil. Hey sen, koca kafalı minik, iki gün önce güzel güzel konuştuğun insana sonra hiçbir şey demeden yüzünü çevirmek ayıptır. Öğrenirsin inşallah.

Neyse.
Olan onca tantana içinde benim kurabiyelere oldu.

20 Ekim 2015 Salı

ÖzAliCengiz’i Gömdüm!


Sıcağın iyice canıma tak ettiği bir gün annem yakın arkadaşına akşam oturmasına gitme teklifinde bulundu. O arkadaşını çok severim, teklif cazipti. Dahası sıcak yaz akşamında balkonu püfür püfürmüş aksi durumda bile bu bilgi, tüm akışı değiştirirdi zaten.  İyice gevşemeye başladığım saatlerde evin daha önceden hiç görmediğim mühendis çocuğu geldi. Tüm akşam oldukça keyifliydi, güzel güzel sohbet ettik. - Aa baktım ne güzel anlaşıyoruz biiiizzz! - Birkaç gün sonra aklımın köşesine ataşla şöyle bir tutturuluverdiğini fark ettim, akıl kayıyor arada bi onu düşünüyorum. Boyu biraz kısaydı, kafası da büyüktü ama n’apiim çok güzel gülüyordu yaaa!

Aradan biraz zaman geçti.

İlk görüşte beğenmeciliğin son mahsulünü bir türlü ikinci kez görememiştim hala. Bu kez de karşı taraftan gelen akşam oturması davetini hemen kabul ettim. Uslu bir misafir çocuğu olarak bir demlik çay içtim, sıkıntıdan çekirdek bile çitledim. Bekle bekle yok. Annesi söyledi, mesaiye kalmış daha da gecikecekmiş. Yastığını koklayabilir miyiiiiiim diye soracaktım nerdeyse de Allah’tan öyle bir edepsizliğin altına imza atmadım.

E ben bunu bi daha ne zaman görecektim ki?

Bilen bilir de bilmeyeniniz varsa onlar için söylüyorum, göz görmeyince gönül sapıtıyor!
Aklıma hemen bir ÖzAliCengizcilik Oyunu (katakulli işlerinin hası) geldi! Dedim ben güneş gözlüğümü çıkarken unuttum ayağı yapayım, nasılsa bir şekilde alırım koca kafalı miniğimden. Kabul, güneş gözlüksüz yapamıyor olabilirdim, yedek gözlüğüm de olmayabilirdi ama olsundu bu yolda varsın bir gün eksik kalsındı. Ölmezdim ya... Çok şükür ölmedim ama tüm gün uzaktan gelen sevgilisini seçmeye çalışan miyop gibi kısık gözle dolaşmak hiç eğlenceli değildi.

Ertesi gün konuştuk (kalp kalp kalp). Sesler, böyle nasıl desem, üç-beş ton inceden geliyor. Hafta sonu Kadıköy’e ineceksen gözlüğümü getirebilir misin diye sordum. Ve Slot makinesinde resmen üçlüyü tutturmuştum, gözlük teslimini kahve içme seremonisiyle tamamlayacaktık. (Valla o davet etti :) )

ALLAH!!!

Bin bir sabırla beklediğim karşılaşma anımız nihayet geldi ama o tek gelmedi :( Zaten aslında bir gün öncesi için planladığımız buluşmamız iptal olmuş, dünyadaki tüm su kaynakları kurumuş, Amerika’nın ekonomisi çökmüş, çeltik tarlalarını böcek basmışcasına derin bir acı içindeyim. Nerden çıktı şimdi bu kuzen???

Bir yere oturduk, siparişleri vereceğiz. Beni ne dürttüyse artık bu ‘üzücü’ durumu hemen arkadaşıma mesajla bildirme ihtiyacı hissettim. “Kuzeni de bizle. Ay ben şoks.” yazıp arkama yaslandım. Operatörün iletildi mesajıyla resmen ayaküstü kalp krizi geçirdim. Evet, mesajı ona göndermişim. Ömrümün yarısını cep telefonu kullanıcısı olarak geçirmeme rağmen ilk aklıma gelen soru attığımız mesajı geri alabiliyor muyduk oldu. (Nooldu benim soğukkanlılığıma???) İzafiyet teorisinin en karanlık yerindeyim, saliseler X60 hızla geçiyor ve ben ne yapacağımı bilmiyorum! Ağladım ağlayacam. Tam o sırada menüyü inceliyordu, menünün altında duran telefonuna uzanmamla onun menü kapağını kapatıp ekranda yazan mesajı okuması bir oldu. Hafifçe güldü, başını çevirdi. Milyon telaşlı halimle arkadaşıma atacağım mesajı sana attım silebilir miyim dedim. Tabi tabi dedi, uzattı telefonunu. 

Ah o Allahsız telefon yazılımı! Gelen mesaj metni hemen ana ekranda çıkar mı!? Şuan o marka benim için ilk ısırıkta içinden kurtçuk çıkıp da fırlatılmış lüks market elması kadar ucuz!

40 yılın bi başı ‘ay s.çtım’ durumuna gelirim, üstüne de öyle güvercin tüyü falan değil, rengarenk tavus kuşu tüyü dikerim.

5 dakka geçti yok, 10 dakka geçti yok. Sakinleşmeye çalışıyorum ama olmuyor. Şimdi ne konuştuğumuzu doğru düzgün hatırlayamıyorum, muhtemelen konuşurken de bilmiyordum gerçi. Oturduğumuz birkaç saat boyunca yüzüne bile bakamadım. İki laf arası yalvaran gözlerle yere baktım. Ne güzel o yarılacaktı ben de içine girecektim :(

Yediğim naneye rağmen gün en iyi şekilde kapandı; yeniden görüşmek üzere sözleştik. Gözlüklerimi de aldım. 

Ay yok bana göre değil, ÖzAliCengiz Oyunları'na valla billa tövbe ettim.

*Bir sonraki paylaşım devamı niteliğindedir.

18 Ekim 2015 Pazar

Bi Seninleyken Seviyorum Pazarları



"Bi seninleyken seviyorum pazarları." 
İçimden taşıp okuduğum kitaba satır olmuştu.

Bu film şeridi gibi denen şey gerçekten de ne hızlıymış! Birkaç yılın her nefesi sadece saliselerde toplanıyormuş.

...


Hatrında hiç değilse bunu tut; tutmadığını hatırladığın sözlerin, boş yere seviyor sevmiyor diye kopardığın papatya yapraklarını pişman olup da öpmek gibi.



Bu işin kazananı kaybedeni yok benim gözümde. Her zaman olması gereken olur, herkes kendi seçimini yapar kendi doğrusuna göre. Ve biliyor musun, ben artık pazar günlerini daha çok sevmeyi seçtim.


17 Ekim 2015 Cumartesi

İzafiyette 40 Yıl



Çay? Hayır, olmaz. İlle de kahve olmalı. Sade kahve henüz ergen damağımızı yakar. Şekerli, hem de çok şekerli ama bol telveli pişirilmeli. Evet, evet böylesi çok iyi.

Karşılıklı oturmalı, fincanı dudaklara götüren elin serçe parmağını da biraz kaldırmalı. Diğer parmaklardan çok ayırmamaya dikkat etmeli, halay çekmiyoruz e nihayetinde. 

Kahvenin ne kadar mühim teşebbüs olduğunu daha elinize cezveyi alırken bilmek gerekir. Az değil, 40 yıl hatrı olduğunu söylerler. Biz buna biat ettik.

Ergenlik yetişkinliğe evrilirken kahvenin tadı da kendini buldu. Hakkını vere vere sade içiliyordu artık. Muhabbeti telvesinden koyuydu. Tamam bazen de damla sakızlı orta şekerli olurdu. Şunun şurası damak zevki canım, önemli olan samimiyetiydi.

Büyüdük.

Daha büyüdük.

Daha da büyüyoruz.

Biz büyürken araya ne giriyor -bazen- anlamak imkansız. Fincanı tutan parmaklar artık yapışık çünkü başka şeyler dağılmış. Hayat dengesini bir yerden bulmak istiyor.

Kıskançlık? Samimiyetsizlik? Değişiklik isteği? Hırsla defter dürme arzusu? Acısını masumdan çıkarma kolaylığı?

Hiçbirisi.
Hepsi.
Belki dahası.
Belki azı.

Neyse ne.

Bir kahvenin kırk yıl hatrı varmış. Öyle dediler hep, ben de inandım.
Ama ya yalansa?
Sanırım bazı insanlar hayatımıza inanmanın ne demek olduğunu sorgulatmak için girerler, görevlerini tamamlar ve giderler.


16 Ekim 2015 Cuma

Uyku Mu, Duruma Göre Değişir Bizde O


Valla ne yalan söyliim, bu akşam erken yatacağım dediğimde ben de kendime inanmamıştım. Günlerdir geç yatıyorum, erken kalkıyorum. Uykusuzluk toleresi Güney Kutbu’nda yaşam kolonisi kurulmasıyla eş değer birine göre şimdilik performansım gayet iyi.

Kimisine bakarsan gece uykusu ortalamasının 7-8 saat aralığında olması gerekiyor. Az uyuduğunda vücut kendini yenileyebilmek için fırsat bulamıyor. Sadece göz çukurların değil; cildin de çöküyor. Metabolizman yavaşlıyor, saçların bile matlaşıyor.

Kimisine göre de günde 5 saat uyumak bile fazla. Yapılacak onca şey varken fazla uyumak zaman cinayetinden başka bir şey değil!

Su gibi kızım vesselam; her iki opsiyonun da kalbini kırmıyor, hop bir onun hop bir bunun durağına uğruyorum. Bir haftayı toplamda 12 saatle geçirmişliğim de var, birkaç gecelik uykusuzluk macerası sonunda başucuma su diye ketçap koymuşluğum da... En son abuk semptomlar yaptı vücudum, yoğurt reklamında ağlıyordum.

Galiba artık alışıyorum.

Vakit gece yarısını çoktan geçti. Yarın erken kalkacak olmamı nerem iplemiyor bilmiyorum. Gece sütümü de ısıttım. Senelerdir yaz akşamları hariç az ballı sütümü içerim. Siz de için, çok faydalı hem de gece içilen süt kilo yapmıyor. Tartıya çıkarken fazladan ağırlık yapmasın diye rimelini bile silen ben, elbette bu konuyu da araştıracaktım! Gün içinde doğru düzgün (glisemik) beslenirseniz metabolizmayı canlı tutuyormuş. Ay benim midem ağrır diyorsanız da laktozsuz olanını alıverin.


Neyse.

Ben ılık sütümü de içtim ama hala uyuyamıyorum.

14 Ekim 2015 Çarşamba

Selam Sana Ey Bozcaada!


Benim de biricik dostum Burçi’nin de geçen yıldan beri icraata dökemediği Bozcaada’ya gitme hayali vardı. Bir akşam otururken sanırım laf olsun diye, Bozcaada’ya gidelim mi diye sordu. Olur dedim. O da bir daha, daha bi emin olur valla derken bizim gözler 5 karat pırlanta misaliydi.

Hazırlık aşamasını hiç soğutmadık. Bağ Bozumu Festivali’ne gideriz, kampta kalırız derken bir yandan da otobüs seferleri incelenip rezervasyonlar yapılıyordu. Geçen yılın yarım kalan organizasyonlarından sonra Allah’ım bu sefer cidden gidiyoruz galiba derkeeenn vallahi de gidebildik!

Yola çıkacağımız gün benim canım Burçi’m birkaç gün önce başlayan gribinin geçmediğini, gidememe ihtimalimiz olduğunu söylediğinde ofisteydim. Kendimi camdan atmayı düşündüm ama -1 kattaydık. Neyse ki bir daha ne zaman fırsat olacak diye yaptığı ara gazlar motor devrini düşürtmedi. Hakkı var, gidiş yolu boyunca ağzına burnuna doladığı şalıyla, Esenler Otogar’da çaycının hazırladığı özel! karışımla, doz doz aldığı antibiyotiklerle büyük bir savaş verdiğini söylemezsem olmaz.

Gidiş dönüş yolculuğumuzu Pamukkale Turizm ile yaptık. Gidiş yolundaki muavin evlere şenlik deyiminin vücut bulmuş haliydi. Otobüse binerken saat kaç gibi Geyikli’de oluruz sorumu ellerini semaya kaldırıp Allah bilir diye cevaplasa da yol boyu uyuduğumdan bana çay kahve ikram edemediği için bozuk atsa da iyi çocuktu nihayetinde. Dönüşteki ise Ya Rabbim, tüm çektiklerimizin kefaretiydi sanki... Onun da su verenleri bol olur inşallah :)

Bu arada giderken arkamızdaki koltukta oturan gençler çok sesli konuşunca arkamı dönüp iki koltuk arasından sesimi otoriterleştirip!, tamam konuşun ama daha kısık sesle diye uyardım. Önüme dönerken ‘bi tık’ daha yaşlandığımı anladım ve bu benim hiç hoşuma gitmedi.
Neyse yola dönelim.

Özel arabayla ortalama 5 saat süren yol, otobüs yolculuğunda 8-8.30 saat kadar sürüyor. Seyahatini otobüsle yapmayı düşünenler için vakit tasarrufu bakımından en iyisi gece yolculuğu yapmak. Yaz dönemi Geyikli’ye giden birçok otobüs firmasının standart 2+2 koltuklarının yanı sıra daha rahat yolculuk yapabilmeniz için 2+1 koltuklu seferlerinin olduğu da aklınızda olsun. Otobüsten feribot iskelesine çok yakın yerde iniyorsunuz. Yaklaşık yarım saatlik deniz yolculuğundan sonra da güzelim Bozcaada’ya selam çakıyorsunuz.

*Ada Camping arşivinden

Biz adanın tek kamp alanı olan Ada Camping’de konakladık. Sahibi de diğer personelleri de oldukça güler yüzlü. Kamp alanında elektrik, internet, büfe, duş, wc, kendi yiyeceğinizi pişirebileceğiniz mutfak, mangal alanı ve otopark var. İsterseniz çadırınızı kendiniz getirebilir isterseniz de kampa ait kurulu çadırı da kullanabilirsiniz. Biz kendi ‘yuvamızı’ evladiyelik kampçılar misali hemen kurduk :) Hiçbir güvenlik problemi yaşamadığımız gibi tüm kampçılar birbirlerine karşı oldukça saygılıydılar; gereksiz tek bir gürültü olmadı. Aman gece rüzgarını hafife almayın. Yanında uyku tulumu getiren ben sabaha kadar gayet rahat uyurken, 4 kat giyinmiş canım dostumcum sabaha kadar üşümekten uyuyamamış. Bir de siz siz olun uyku tulumunuzun altına kalın mat koyun. Aksi durumda gecenin 3’ünde tutulmuş arka tarafınızla uyanabiliyorsunuz :)

Ada merkezi oldukça küçük. Türk Mahallesi ve Rum Mahallesi olarak ikiye ayrılan adanın hareketli kısmı Rum Mahallesi tarafı. Hareketli deyince aklınıza club, bar vs gelmesin çünkü adada öyle bir işletme yok. Burda kahve ve cafeler, meyhaneler, pansiyonların büyük çoğunluğu, Bozcaada Kalesi, Bozcaada Müzesi ve Sanat Evi yer alıyor. Ada merkezinin küçüklüğünü kale içinde verilen konseri adayı turlarken oldukça rahat bir şekilde dinleyebildiğinizi söyleyerek tarif edebilirim. Festival nedeniyle Candan Erçetin konseri vardı. Bilet almadığımıza hiç pişman olmadık zira yer yer şarkılara eşlik ettiğimiz oldu.

Bozcaada Eczanesi’ni unutmamak lazım. Eczacı çok şeker. Bizzat yorumumdur, başınıza gelen talihsiz bir olaya sizden daha fazla üzülebiliyor.  Ancak sakın ola aklınıza cadde üstü gördüğünüz eczaneleri getirmeyin, arka tarafını bilemem ama ön kısımda ilaçtan ziyade güneş ve anti aging kremleri vardı.

Adaya en kalabalık zamanı olan Bağ Bozumu Festivali’nde gitmek pek isabetli bir karar değilmiş. Ayrıca bağ bozumu olmasına rağmen şarap tadımı da yoktu. Bu yıl yasaklanmış. Ben adanın keyfini çıkartmak istiyorum derseniz, tatil aralığınızı bu tarihlere yerleştirmeyin.



Kaldığımız iki gün boyunca Ayazma Plajı’na gittik. Kamp alanına yürüme mesafesinde. Deniz her iki gün de ılıktı. Evet, ılık. Ve berrak. Daha önceden gidenler deniz suyunun ‘girince alışıyorsun yea’ kıvamında dahi olmadığını söylemişlerdi. Yanıldıklarına çok üzüldük valla :) Adanın kalabalığı haliyle plaja da yansıdığı için çok zor yer bulduk. Plajda soyunma kabinin haricinde wc, duş, büfe imkanınız yok. İhtiyaçlarınızı plaj yolunun karşısındaki kazık tesislerde sağlayabilirsiniz. Ani şeker düşmesine karşı çantanızda bisküvi olsa fena olmaz. Plajda 2 şezlong 1 şemsiyeye 15TL verdiğimizi hatırlıyorum.



Çınaraltı’nda Damla Sakızlı Türk Kahvesi için! Hatta çarpıntı falan yapmayacaksa 3-4 fincan için, yedekleyin. Yanında getirdikleri minik kurabiyeler size çok gelirse de bana yollayabilirsiniz. Valla iyi niyetten söylüyorum, maksat ziyan zebil olmasın :)

Bozcaada’ya gidilir de rüzgar güllerine gidilmez mi? Ben söyliim eğer arabanız yoksa gidilmez. Biz otostop çektik. Allah’tan yakışıklı, öhöm pardon, düzgün çocuklardı :) Burda gün batımını izlemezseniz adadan eksik dönersiniz.



Ada merkezinde feribota bağlanan yol haricinde araba giriş çıkışı yok. Bu sebeple yolda yürürken arkadan araba geliyor mu tedirginliğinizi tamamen renkli tezgahlara ya da elinizdeki dondurmaya yönlendirebilirsiniz :)

Rum Mahallesi’ndeki pek çok meyhanenin menü fiyatları birbirleriyle aynı. Meze tabakları genellikle 10-15TL arasında değişiyor. Adada bir de mantıcı var. Pembe yanaklı teyzelerin yaptığı hafif mayhoş yoğurtlu mantı denemeye değer. İstediğiniz çeşit şarabı uygun fiyatlarla alabileceğinizi söylemiyorum bile :)

Kahvaltı yapacağınız bir sürü mekan var ancak rezervasyon yaptırmalısınız. Bir gün öncesinden kaç yeri aradıysak da hepsi doluydu. Pazar sabahı kahvaltıyı Çiçek Pastanesi’nde yaptık, burda rezervasyon yaptırmanıza gerek yok. Mükellef bir kahvaltıydı desem kestirmeden özetlemiş olurum. Bir de yok artık, kuru domatesin de reçeli mi olurmuş lakırtımı aldığım 2 kavonoz reçelle susturdum :)

Bu muralin önünde fotoğraf çektirmeyeni dövüyorlar diye kandırdılar bizi. Yoksa neden 20dk orda oyalalım ki yani? :)

Kitabınızı okudunuz bitti ya da getirmeyi unuttunuz diye üzülmeyin sakın. Yaz boyu açık olan Bozcaada Kitap Fuarı epey zengin.

Bu taraftaki pansiyonların girişleri bile müze ev gibi. Utanmasam lobiye gidip bi fotoğraf çekinebilir miyim diye soracaktım :)

Son olarak adadan damla sakızlı kurabiye almadan dönmeyin. Ben üzerime emanet uyku tulumunu kamp alanında unuttuğumu feribotun kalkmasına 15 dakika kala hatırladığım ve yetişmeye çalışmalı, koşmalı, oto stop çekmeli bir süreç yaşadığım için alamadım. İçim yanıyor!

Yazdığım yazmadığım tüm olanlara rağmen accaip keyifli bir tatil geçirdik. İyi ki gitmişiz be! Yine olsa yine gideriz be! Ama bu sefer yanıma sağlam bir fotoğraf makinesi de alırım :)

Koskoca Çınar Bile Yetemedi



Kafamın yine tarhana çorbasından hallice olduğu bir gün mesaiyi sonlandırıp doğru Boğaz'ın kenarındaki asırlık çınar ağacının altına gittim. Önce yok, bir şey düşünmeyeceğim dedim. Zaten düşün düşün için çıktı kızım dedim. Sıcaktan patladın, geriye kalanını da düşünmekle harcama dedim. Sanki çok da umrundaydı benim bol kıvrımlı loblarımın. Kızdım kendime, sen dedim daha kendi kafana laf geçiremiyorsun nasıl olacak bu işler? Havadan mıdır, nedir anlamadım resmen testosteron hormonum yükseldi, adam boyu kendime küfrediyorum. Bizzatime karşı saygısızlık seviyem artınca en iyisi düşüneyim ben bari dedim. Hop diye, pardon oldukça kibar hareketlerle, bukle saçlı naif kız halime döndüm. Önce kirpiklerimi kırpıştırdım, güneş gözlüğümü sağ elimle düzelttim, sonra bankta kaykılmış bedenimi toparladım. Bacak bacak üstüne de attım. Gerçi dizi yırtık kotla kibar kız görünümü sağlayamıyorsun ama olduğu kadarıyla dedim. Ee, nerde kalmıştım?

- Ev çok sıcak oluyor, dayanamadım çıktım. Burda ağaçların altı daha iyi, çok olmasa da Boğaz e nihayetinde esiyor burası. Aslında sıcaktan değil de evden bunaldım. Oğlan evlendiğinden beri eve uğramadı. Kafam ona takık.

E ben en son sıcağı mı düşünüyordum ki? Benim oğlan mı evlendi? Çocuğum mu var benim? Ay Allah'ım kimden yaptım ben onu? Ne zaman büyüdü bu be!? Sorularını saniyenin onda birinde kafamda sıralarken yanıma oturan kadını fark ettim. Oh, çok şükür bugün de kafayı yemedim.

Kafamı ona doğru çevirince konuyla ilgilendiğimi düşündü sanırım. Sonra bu sanrısından da rahatsız oldu, konuyu yeniden sıcağa getirdi. Nasıl bağladığını anlayamadığım bir şekilde yeni aldığı davul fırının iyi ısıtmadığını, kek hamurunun ziyan olduğunu söyledi. Zaten bu sıcakta kek mi yenirdi? Aman keki de gelini yapsındı. Çeyizindeki mini fırını öve öve bitirememişti, pişirsindi de görelimdi. Zaten düğünde taktıkları bilezikleri de kolundan çıkartmıştı. Allah bilir iki gün sonra satardı da...

Gözlerimi kısıp, ağzımı açarak bakmamın konuyu yakalayabilmemle bir ilgisi olmadığını işte o an anladım. Bir dakka ya, konuyu neden yakalayacaktım ki ben zaten?

Ay burda da oturulmuyor, iyice sıcak oldu baksana Boğaz'dan bile esmiyor. Diktiler tabi betonları, hava mı gelir, ben eve gideyim bari dedi kadın. Salonla arka odanın camlarını açıp cereyan yaptıracakmış. Ensesi de fena terlemiş.

Amacım sadece kafayı toplamak için koca koca çınar ağaçlarının altında bir banka oturmaktı. Kendimi son gördüğümde yanımdaki kadının terlemiş sırtına kağıt mendil koyuyordum. Hikmetinden sual olunmaz Rabbim, hakkatten tüm bunlar beni nasıl buluyor?



*Mevzu Çengelköy'de geçiyor. Elimin altındaki arşivde de bundan başka mekan ilintili fotoğraf bulamadım. Yenisini çekeyim, söz değiştireceğim ;) 

13 Ekim 2015 Salı

Bir Büyüyememe Hikayesi



Geçenlerde beni yine olur olmadık anlarda olur olmadık şeyleri düşünme anı tuttu. Hani olur ya öyle herkese arada bi. Birden gözümün önüne ceviz geldi, bildiğimiz kabuklu ceviz.

Dünya tarihinin en önemli entrikasını ortaya çıkaracakmış gibi bir ciddiyetle kendi çocukluğuma gittim. Apartmanımızın arka bahçesinde kocaman bir ceviz ağacı vardı. Yaz günleri ona tırmanmak çocukluk ritüelimdi. Birgün gözüm düşmüş bir cevize takıldı. Kabuğu ne kadar sert olabilirdi ki? Elime aldım, bir iki hoplattım, ağırlığını yokladım sonra da avucumun arasında sıkıştırdım. Cevizi acıyla yere attığımı hatırlıyorum. Kırılmak bir yanda dursun, çatlamamıştı bile.

Bunu hatırlayınca hiç üşenmedim kalktım mutfağa gittim, bu da bugünlerdeki amaçsız rutinim işte. Gözüm hemen raftaki kabuklu cevizi buldu. Elime aldım, bir iki hoplattım, ağırlığını yokladım. Heh, tam da o günkü gibi! Bu kez avucumun içinde kırmaya çalışmadım hiç. Çözüm belli, yeniden canını acıtmaya gerek yok, boşuna mı büyüdük biz! Çekmeceden ceviz kıracağını çıkarttım, biraz sıkıştırmamla paramparça oldu.

Mermer tezgahın önünde kaldım.

Kaldım.

Kaldım.


Soğuk mermere uzun süre yaslanınca, üşüdüğümden herhalde, fark ettim; ben hiçbir zaman cevizi doğru kırmayı başaramadım. Ya paramparça ettim ya kabuğunu dahi çatlatamadım ama nihayetinde hep benim elim acıdı.